|
Bir an için şöyle düşünelim: yaÅŸadığımız İstanbul ÅŸehri Dünya'daki birçok ÅŸehirden bir tanesidir. Dünya ise 9 gezegenden biri olup, GüneÅŸ sistemimizin bir üyesidir. GüneÅŸ ise Galaksimizde, Orion kolunda Galaksi'mizin merkezinden yaklaşık olarak 27.000 ışık yılı uzakta milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesidir. Buradan da anlaşıldığı gibi, insanoÄŸlu yüzyıllardır düşünme etkinliÄŸini kullanarak, bir takım kavramlar geliÅŸtirerek kendini deyim yerinde ise uçsuz bucaksız Evren'de, bir yere konumlandırma becerisini göstermiÅŸtir. İnsanoÄŸlunun, Åekil 1'de gösterilen bu estetik konum zincirini gözlemlerden yola çıkarak elde edebilmesi epeyce güç olmuÅŸtur. Bizler, kendimizi Evrende bu ÅŸekilde konumlandırdık, Peki baÅŸka yıldızlardaki baÅŸka baÅŸka uygarlıklar kendilerini bu evrende bir yerlere konumlandırabildiler mi? Bunun kritiÄŸini yazının ilerleyen kısımlarında bulabileceÄŸiz.
Åekil 1. İçinde yaÅŸadığımız İstanbul'un, galaksimizdeki konumu.
Åekil 1'deki konumu oluÅŸturan insanoÄŸlu, Galaksi'mizin merkezinde
dolanan milyarlarca yıldızdan bir tanesi olan Güneş ve üzerinde yaşamın bulunduğu
Dünya üzerinde, Güneş'ten ısı ve ışık alarak yaşamını sürdürebilmektedir.
İçinde yaşadığımız gezegenimizde, etrafımıza baktığımızda yaşamlarının
farklı aşamalarında insanların olduğunu görüyoruz: Yeni doğan bebekler, genç
insanlar, yaşlı insanlar ve ölmüş insanlar. Gökyüzündeki yıldızlar da tıpkı
insanlar gibi yaşamlarının farklı aşmalarında bulunmaktadırlar: Yeni doğan
yıldızlar, genç yıldızlar, dev yıldızlar, süper dev yıldızlar, süpernovalar, ve
bunların ölmüş biçimlerinin belirtileri olan beyaz cüceler, nötron yıldızları ve
kara delikler.
Bize hayat veren Güneş, bu zincirde genç bir yıldızdır. Doğal olarak, evrim
geçirerek bir sona gelecek, dolayısıyla da içinde yaşadığımız Dünya'yıda aynı
sona götürecektir. Böyle bir süreç içersinde sürekli çoğalarak neslimizi devam
ettirdiğimiz biz insanlara ne olacak, bir başka ifadeyle Güneş ve Dünya'mızın
akibeti ne olacak? Başka yıldızlara gidebilecekmiyiz? Bu sorulara şu şekilde yanıt
bulmaya çalışalım.
Güneş Nasıl Oluştu?
Alman filozofu Kant (1755)'a göre; başlangıçta dağınık olan maddenin ötekilere
göre daha yoğun bulunduğu bölgelerde toplaşması sonucunda Güneş oluştu. Laplace
(1796)'a göre, başlangıçta dağınık ve tek bir bulutsu yavaş bir şekilde
büzülmekteydi. Giderek bu bulutsu daha hızlı dönmeye başladı. Hızlı dönmeyle
yaratılan merkezkaç kuvvet, bu bulutsudan bazı parçaları koparıp, uzaklara attı.
Kopan bu parçalar ise gezegenleri oluşturdu. Kant'la başlayan ve Laplace'ta şekillenen
Güneş ve sisteminin oluşumu, sonraları daha ayrıntılı bir şekilde irdelenerek
başka hallere çevrilmiştir.
Acaba Güneş'in oluşumu türbülans
teorileriyle açıklanabilir mi?
Türbülans, farklı uzunluklarda bir arada olan girdaplardır. Dönen ve türbülans
halinde olan gazın çökmesi ile Güneş oluştu. Daha sonra, gaz içersindeki küçük
girdaplar dağılıma uğrayarak yoğun bölgeleri oluşturdu. Bu yoğun bölgelerin
(yoğunlaşmış çekirdeklerin) gezegenleri oluşturduğu ileri sürülmüştür.
Türbülansı hareket ettiren şey nedir? Halihazırda bu soru tatmin edici bir şekilde
yanıtlanamamıştır. Sonuçta türbülans teorisi reddedilmiştir.
Yoksa Gelgit ve NebulaTeorileri mi?
Başka bir yıldız, ilkel Güneş'e yaklaştığında gelgit etkisi yaratarak Güneş'ten
çok büyük ve çok sıcak materyal kopardı. Kopan bu büyük gaz parçaları soğuyarak
ayrı ayrı parçalara yoğunlaştı ve gezegenleri oluşturdu. Halbuki, gelgit etkisi ile
koparılan parçalar çok sıcak ise, bu parçalar genişler ve dağılıma uğrarlar ve
gezegen oluşamaz. Bu nedenden dolayı, gelgit teorisinden vazgeçilmiştir.
Nebula Teorileri
İlkel Güneş nebula'sı, başlangıçta dağılıma uğramış yavaşça dönen bir gaz
bulutu idi. Gaz bulutu tedrici bir şekilde kendi çekimi altında büzüldükçe,
ekvatordaki merkezkaç kuvvetler bu yapıdan halkalı maddenin atılmasına neden oldu.
Burada, tek başına merkezkaç kuvvet rol oynamış olsa idi, büzülen gaz, halkalar
geliştirmekten ziyade yassılaşmış olurdu. Nebula Teorisi sonraları
değiştirilmiştir. Yapılan hesaplar şunu göstermiştir; gezegenleri oluşturmak için
sürekli bir disk formunda yeteri kadar madde atılmasına, Güneş sisteminin gözlenen
açısal momentumu kafi gelmez. Bununla birlikte, dolanan partikül halkalarından
itibaren gezegen ve uydu oluşumunu açıklamaya çalışmak çekici gelmektedir.
Galiba Yığışma Teorisi
Güneş sistemi'nin oluşumuna ait modern görüşe göre, başlangıçta civarındaki
ortam ile bir basınç dengesini koruyan yavaşça dönen bir gaz bulutu vardı. Åekil
2'de de görüldüğü gibi nebula olarakta adlandırılan bu gaz bulutu on milyonlarca
yıldır sıradan bir bulut olarak duruyordu. Belki de, spiral bir yoğunluk dalgasının
geçişi ile sıkışma sonucunda, bu civarda büyük kütleli bir yıldız doğdu ve bu
büyük kütleli yıldız bir süpernova patlaması geçirip öldü. Süpernova patlaması
ile üretilen şok dalgaları sözünü ettiğimiz buluta çarparak çökmesine neden
oldu. Böyle bir ivme ile bulut çökmeye ve dönmeye başladı. Bulut hızlı bir
şekilde döndükçe manyetik kuvvet çizgileri ile sarıldı. Manyetik alan kuvvet
çizgileri merkezdeki korun dönme hızını yavaşlatırken, en dış halkada kalan
maddeyi daha hızlı döndürdü. Bu yüzden açısal momentumun çoğu, ilkel güneş
nebulasının en dışındaki maddede kaldı. Yapılan hesaplar Güneş'in bugün
gözlediğimizden çok daha hızlı bir şekilde dönmesi gerektiğini göstermektedir.
Fakat, bugün Güneş 2 km/sn lik bir hız ile yavaş dönmektedir. Bunun nedeni de,
Güneş'in ömrünün ilk bir kaç milyar yıl süresinde, rüzgarlar ile kütle
kaybederek, açısal momentum kaybetmiş olmasındandır.
Åekil 2. GüneÅŸ böyle büyük bir buluttan oluÅŸtu.
Hızlı bir şekilde çöken bulut yavaşça dönen yoğun bir kor
geliştirdi ve Güneş'i oluşturmak için ayrılarak, dönen bir gaz bulutu ile
kuşatıldı. Bu gaz bulutu proto nebula (ilkel güneş bulutu) olarak adlandırılır
(Åekil 3a). Bu ilkel GüneÅŸ bulutu pek çok toz partikülleri ile gaz atomlarını
içermektedir. Dönen bu ilkel Güneş bulutundaki gaz ivmelenerek, bulut içersine
düşmekten kurtuldu. İlkel Güneş'in başlangıçtaki büzülmesi sırasında, gaz o
kadar sıcaktı ki (2000 oK), bu sıcaklık daha önce den mevcut olan toz
grenlerini (zerrecikleri) eritmiş olmalıydı. İlkel Güneş'in dışarısındaki gaz
soğudukça, yeni toz zerrecikleri çoğunluğu kar taneleri formunda yoğunlaştılar.
İlk önce metalik ve erimeyen toz zerrecikleri oluştu. Sıcaklık düştükçe
buharlaşabilen buzlu toz zerrecikleri oluştu. İlkel Güneş bulutundaki, katı toz
partikülleri soğuyarak, ilkel Güneş'in ekvator düzlemindeki gazın bulunduğu son
derece ince bir disk içersine doğru düştüler. Toz partikülleri, tek tek gaz
atomların-dan daha ağır olmasına rağmen, toz bir disk içersine çöktükçe, gaz
küçük bir direnç gösterdi. Soğuk tozdan ibaret ince disk çekimsel olarak kararsız
kaldı. Toz zerrecikleri, basınç kuvvetleri tarafından engellenemediler ve daha yoğun
bölgelere doğru düştüler. Sonuç olarak, toz zerrecikleri, etrafındaki toz grenleri
ile etkileşerek küçük yığınlar şeklinde biçimlenmeye başladı. Toz greninin
kendi çekimi, kendi basıncına üstün gelerek yığınlar oluştu. Bu yığınlar,
bugünkü gezegenler arasında bulunan asteroidler şeklindedir. Bu yığınlar,
planetesimaller olarak adlandırılmaktadır. Bugün gözlediğimiz asteroidler ve
kuyruklu yıldızların çekirdekleri planetesimallerin kalıntılarıdır.
Åekil 3. İlkel güneÅŸ bulutundan itibaren ilkel güneÅŸ ve yığılma diski oluÅŸtu. Bu diskde toz zerrecikleri bulunmaktaydı. (a) Yığılma diskindeki toz zerrecikleri "planetismal" adı verilen yığınlar haline geldi ve kendi aralarında birleÅŸerek gezegenleri oluÅŸturdu.
Soğuk toz grenlerinin bir araya gelerek yığınlar oluşturması
azda olsa bir muammadır. Bunun için şöyle bir senaryo düşünülmektedir: Bir
olasılıkla, toz grenlerinde buz hakimdi ve bu toz grenleri tüy gibi yumuşak idiler.
Böylelikle de kolaylıkla birbirleri ile birleştiler. Tıpkı kar tanelerinin bir
kartopu ÅŸekline sıkıştırılmaları örneÄŸinde olduÄŸu gibi. Åekil 3b'de oluÅŸmakta
olan Güneş'in etrafında yörüngede dolanan Planetesimallerin biri, diğeriyle
etkileştiler. Küçük kaya parçaları şeklinde olan bu Planetesimaller, büyük
olanlarla çarpıştılar ve kırıldılar. Daha çok etkileşmeler meydana geldikçe
kalıntılar bir araya toplanarak, katı kaya içersine sıkıştırıldılar. Sonunda bu
yapılar, gezegen boyutlarına kadar geldiler. Planetesimallerin çoğu 100 milyon yıl
içersinde, gezegen ve uydulara dönüştüler. Diğerleri büyük cisimler ile
etkileşerek harcandılar. Oluşan gezegen, kalıntılarını kendi yörüngesinde
topladı. Bugün için, Ay, Merkür ve Mars üzerindeki krater çalışmaları şunu
göstermektedir; 4.5 milyar yıl önce krater oluşum hızında şimdiki ile
karşılaştırıldığında bin kat bir artış vardı. Bu kraterler ancak, 100 km veya
daha fazla çapa sahip asteroid boyutundaki planetesimallerin çarpmasıyle meydana
gelmiÅŸ olabilir.
Bu arada genç Güneş parlamaya başladı. Güneş ışınları,
etrafındaki toz örtüsüne nüfus ettikçe, enerji girişi oluşan gezegenlerin
özelliklerini etkiledi. Güneş'in yakınında ısı çok yüksekti, ve buzları
buharlaştırdı. Sadece erimeyen kaya benzeri ve metalik partiküller kalabildi. Bu
yüzden Güneş'e yakın olan ve iç gezegenlerde yoğun kaya maddeleri oluştu. Bu
gezegenler nispeten küçük kütleye sahip olduklarından çok fazla miktarda hidrojen ve
helyum tutamadılar. Güneş sisteminin dış bölgelerinde, sıcaklıklar buzları
eritemeyecek kadar düşüktü. Daha büyük kütleli gezegenler buralarda oluştular ve
büyük kütlelerinden dolayı hidrojen ve helyumu tutabildiler. Bu suretle, en dıştaki
dev gezegenler daha büyük kütleli fakat nispeten düşük yoğunluğa sahiptirler.
Çoğunlukla hidrojen ve helyum'dan ibarettirler. Jüpiter ve Satürn sıvı metalik
hidrojen korlarına sahiptirler, bu gezegenlerin merkezlerinde daha ağır elementler kaya
benzeri bir çekirdek oluşturur. Hidrojen öyle bir basınç altındadır ki
elektronlarını kaybetmiş ve bir metal gibi davranır. Hızlı dönmelerinin bir sonucu
olarak, gezegenler çok kuvvetli manyetik alanlar üretirler. Bu manyetik alanlar,
Jüpiter'in etrafındaki radyasyon kuşaklarındaki elektronları ivmelendirerek ve radyo
emisyon patlamalarını harekete geçirerek kendilerini gösterirler. Dış gezegenlerin
uyduları, buzlardan meydana gelen hafif elementleri tutabilmişlerdir.
Bu modern yığışma teorisine göre, çoğu gezegenler, ilkel Güneş'in etrafında
yassılaşmış bir disk içersinde dolanan pek çok küçük cismin bir araya toplanarak
yığılmasından oluştular. Bu teori gezegenlerin bir merkez etrafında ve kendi ekseni
etrafındaki dönmelerini açıklamaktadır. Uranüs istisnadır. O zaman Uranüs, birkaç
yada iki cismin birleşmesinden oluştu. Bu onun dönme ekseninin rastgele yönlenmesi ile
sonuçlandı ve ekliptiğe olan 90 derecelik eğimini açıklayabildi.
Buraya kadar, ilkel Güneş ve gezgenlerin oluşumu açıklanmaya çalışıldı. Peki
bu ilkel GüneÅŸ, Åekil 4' te gösterilen anakol'a gelip parlamaya baÅŸlaması nasıl
oldu.
Åekil 4. İlkel bir buluttan itibaren güneÅŸ ve iç gezegenlerin oluÅŸumu.
Yaklaşık 4.5 milyar yıl önce, bir yumru süpernova patlaması ile uzaya atılan ağır elementler ile zenginleÅŸen yıldızlararası gaz ve tozu kendine doÄŸru çekti ve çekimsel olarak büzülmeye baÅŸladı. İçeriye doÄŸru çöken trilyonlarca gazın ağırlığı altında kalan kor büzüldü. Kor, çekimsel ve kinetik enerjisini ısı enerjisine dönüştürdükce, sıcaklığını 30 oK den yaklaşık 180.000 oK e kadar artırdı. Bu aÅŸamada üretilen kordaki ısı, çekimsel enerjiyi dengeleyerek dış tabakaların içeriye doÄŸru çökmesini engelledi. Böylelikle, ilkel GüneÅŸ bir denge durumuna geldi. İlkel GüneÅŸ sürekli hareket halinde bulunan sıcak ve soÄŸuk gaz kürecikleri halindeydi. Sıcak kordan çıkan ısı hızlı bir ÅŸekilde yüzeye doÄŸru yükseldikçe, üst taraflardaki soÄŸuk halde bulunan gaz sıcak madde ile yer deÄŸiÅŸtirerek merkeze doÄŸru düştü. Bu ÅŸekilde ilkel GüneÅŸ'te, ilk defa enerji taşıma prosesi meydana geldi. Bu proses konveksiyon olarak bilinir. Konveksiyonun devreye girmesiyle korun basınç ve sıcaklığı düştü. Bununla birlikte, ısı kordan yüzeye doÄŸru taşınmasıyla, en dış tabakalardaki soÄŸuk ve büyük kütle, merkeze doÄŸru düşerek koru sıkıştıdı ve yoÄŸunluÄŸunun artmasına, sıcaklığının da 4 milyon oK'e yükselmesine neden oldu. İşte bu sıcaklık, kordaki hidrojeni helyuma dönüştürerek nükleer reaksiyonları baÅŸlattı. Bu ÅŸekilde GüneÅŸ, yıldızlararası bulutun ÅŸok dalgaları ile sıkıştırılmasından itibaren oluÅŸan ilkel GüneÅŸ bulutundan anakola 30 milyon yıl gibi bir süre içersinde gelip ışıma yapmaya baÅŸladı (Åekil 5)
Åekil 5. 1M GüneÅŸ kütlesi ile gösterilen güneÅŸin 30 milyon yılda anakola gelerek parlamada bulunması.
Güneş'in anakoldaki ömrünü şu şekilde hesaplayabiliriz. Güneş'in
yüzeyinden saniyede yayınlanan enerjisi,
Lo= 4 p R2 s T4
Bu bağıntıda, R: Güneş'in yarıçapı, T : Güneş'in etkin sıcaklığı, s : Stefan-Boltzman sabiti dir.
Lo = 4 x 3.14 x (700.000 km)2 x 7.56 x 10-15
x (5780)4 = 3.8 x 1033 erg/sn
Güneş'in korunda, hidrojen çekirdeklerinin, helyuma dönüşmesinden ileri gelen kütle eksilmesi 0.007 kadardır. Güneş'in koru, toplam kütlenin %10'unu içerir. O zaman Güneş'in toplam nükleer rezervi, c: ışığın hızı , M: Güneş'in kütlesi olmak üzere,
Eo = 0.007 x M x c2 = 0.007 x 0.1 x 2 1033 x (3 1010)2
= 1.26 x 1051 erg
T = (1.26 x 1051) / (3.8 x 1033) ~ 10 milyar
yıl
Bu hesaba göre, Güneş'in ömrü 10 milyar yıldır. Yapılan
hesaplar Güneş'in bugünkü yaşını 4.5 milyar yıl olarak vermektedir. Demek ki,
Güneş'in geriye 5.5 milyar yıllık bir ömrü kalmaktadır. Güneş şimdi 4.5
milyar yıl yaşında , anakolda bulunmakta ve bize ışınım göndermektedir. Acaba bu
ışınımın geldiği Güneş'in içersinde ne olup bitmekte buna bir bakalım.
Bugünkü Güneş
Güneş'in merkezinde, dört tane hidrojen çekirdeği, bir helyum çekirdeği oluşturmak
için birleÅŸtikleri zaman aradaki kütle miktarı enerjiye dönüşür. Åekil 6'de
gösterildiği gibi, helyum çekirdeği, dört tane hidrojen atomundan bir miktar daha az
kütleye sahip olduğu için aradaki bu kütle farkı enerjiye dönüşür. İşte bu
olaylar Güneş ışığının orijini olmaktadır.
Åekil 6. GüneÅŸ'in korunda dört hidrojen ataomunun birleÅŸip bir helyum atomunun meydana gelmesine neden olan proton-proton nükleer reaksiyonu. Bu reaksiyon sonucunda Gama ışınları yayınlanır.
Güneş'in merkezinde sıcaklık 15 milyon oK, yoğunluk
ise katı kurşunun yoğunluğunun 12 misli kadardır. Enerji, Güneş'in merkezinden
dışarıya nasıl çıkar? Güneş'in yapısı bir dizi kabuk veya tabakalara göre tarif
edilebilir (Åekil 7). Nükleer reaksiyonlarla, dört hidrojen atomu bir helyum atomunu
oluşturduğunda kaybedilen kütlenin açığa çıkardığı fotonlar bildiğimiz Gamma
ışınlarıdır. Bu Gamma ışını şeklindeki foton, Güneş'in korundan yüzeyine düz
bir çizgide hareket etse idi Güneş'in yüzeyine 2.5 sn de gelirdi. Bizim gözümüze de
8.5 dakikada ulaşırdı. Gerçekte ortalama olarak foton, 10 milyon yılda Güneş'in
korundan yüzeyine gelir. Bu fotonlar yolları üzerinde yüklü partiküller ile
çarpıştıklarında enerji X ışınları şeklinde yayınlanır. Korda nükleer
reaksiyonlar ile oluşan Gamma enerjisinin Güneş'in içersinden dışarıya doğru
hareket etmeye başlaması X ışınları şeklinde ve herhangi bir doğrultuda ve
rastgele muhtemelen geriye doğru yayınlanabilir. Foton sonuçta düzensiz zig-zag bir
yol izler. Güneş'in radyasyon bölgesi 1 milyon km. ye kadar uzanmaktadır. Bu bölgenin
dışında plazma soğumaya ve seyrelmeye başlar. Yoğunluk Güneş'in merkezinden
yüzeyine olan uzaklığın yarısında suyun yoğunluğu ile eşit değerdedir. Radyosyon
bölgesinin dış kenarında sıcaklık, 500.000 oK dir.
Åekil 7. GüneÅŸin bugünkü iç yapısı.
Bu şartlar altında gaz atomlarının absorbladıkları enerji,
atomların ısınmasına neden olur. Gaz atomları, konveksiyon bölgesi olarak bilinen
kabuğun altında boşalan enerji ile kaynatılırlar. Alttan ısıtılan konveksiyon
bölgesindeki materyal, tıpkı bir sobanın üzerindeki bir tavada bulunan bir su
örneğine benzetilebilir. Sıcak materyal bu bölge içersinde yukarıya doğru
yükselir, sonra enerji kaybetmiş olan ve foton yayınlayarak soğumuş olan yüzeydeki
materyalle yer değiştirir. Konveksiyon bölgesinin üstü, Güneş'in görülebilir
parlak yüzeyine tekabül eder. Fotosfer olarak isimlendirilen bu seyrek bölgenin
sıcaklığı 5800 oK dir. Basıncı, Dünya atmosfer basıncının 1/6'sından
daha düşüktür. Yoğunluk ise suyun yoğunluğunun milyonda birinden daha az bir
değerdedir. Gördüğümüz ışık bu tabakadan gelir. Bu tabakaya bu nedenle Işık
küre adı verilir. Bu tabaka 500 km kalınlığındadır. Güneş lekeleri bu bölgede
gözlenir.
Enerji milyonlarca yıl zig-zag hareketi ile konveksiyon bölgesine
gelir. 90 gün içersinde konveksiyon bölgesinin içersine taşınır. Daha sonra 150
milyon km. uzaklıktaki dünyaya 8.5 dakikada ulaşır. Fotosferin üzerindeki Güneş
atmosferi seyrelmiş gaz halindedir. Fotosferin üzerinde 10.000 km ye kadar uzanan bir
renk küre olarak bilinen kromosfer tabakası vardır. Kromosfer'in sıcaklığı 20.000 oK'e
varır. Kromosfer tam güneş tutulmaları sırasında görülebilir. Kromosfer'in
üzerinde binlerce hatta milyonlarca km. ye uzanan, korona (Taç küre) olarak
adlandırılan bir tabaka vardır. Güneş'in koru hidrojen yanması süresince 15 ila 20
milyon oK bir sıcaklığa sahip iken bu sıcaklık fotosferde 5780 oK'e
kadar azalırken kromosferde 10.000 ila 20.000 oK'e kadar çıkar. Koronada ise
bu değer 2 milyon oK'e kadar varır. Fotosferin tam altındaki konvektif
bölgede, sürekli türbülans ve yükselen ve alçalan gaz kolonları son derece
gürültülüdür. Neticede ses dalgaları şeklinde yaratılan enerji, kromosferdeki ve
koronadaki yoğun ısının sebebidir.
Güneş'in Akibeti
Güneş gibi bir yıldızın ömründeki ilk durak ve en uzun yol anakoldur. Güneş bu
anakolda 5.5 milyar daha kalacağa benziyor. Anakolda Güneş'in korunda, termonükleer
reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkan enerji o kadar yüksek olur ki oluşan iç basınç,
korun çekimsel olarak büzülmesini dengeler ve Güneş uzun süre kararlı kalır.
Güneş'in korunda, hidrojenin helyuma dönüşmesi ile korda hidrojen miktarı azalır
ve bir süre sonra içteki basınç artık çekim kuvvetine karşı koyamayarak, hızlı
bir şekilde büzülmeye başlar. Korda hidrojenin azalıp helyum'un hakim olmaya
başlaması ile, helyuma dönüşmemiş korun etrafındaki hidrojen dış tarafa doğru
itilir. Kor halen çökmeye devam etmektedir. Güneş'in koru içeriye doğru
çöktükçe, korun dış kısımlarında ince bir tabakada bulunan hidrojen, yeterli bir
sıcaklığa (10 milyon oK) ulaşarak hidrojeni ateşler. Fakat, burada
üretilen enerji çökmekte olan Güneş'i dengede tutamaz. Güneş'in bu ince
tabakasında üretilen enerji bu sefer dış zarfa kinetik enerji vererek, Güneş'in
genişlemesine neden olur. Bu durumda kor çökmeksini sürdürmekte, hidrojenin
yandığı tabakanın üstündeki dış zarf genişlemektedir. Güneş bu durumda
genişlerken (yarıçapını %75 arttırırken) yüzey sıcaklığını düşürür.
Sonuçta Güneş, sabit bir ışıma gücüne sahip olur. Güneş'in bu durumdaki
parlaklığı, bugünkünden iki kat daha parlak olur. Åekil 8'de gösterilen
Hertzsprung-Russell (HR) diyagramındaki alt dev koluna ulaşır. Bu durumda Güneş'in
yaşı 10.6 milyar yıldır.
Åekil 8. 1M GüneÅŸ kütlesine sahip güneÅŸin akibetini (evrimsel hallerini) gösteren Hertsprung-Russel (HR) diyagramı.
Bu değişiklikler, Dünya'daki yaşamı nasıl etkileyebilir?
Güneş'in parlaklığının artmasıyla ilk etki, okyanusların yoğun bir şekilde
buharlaşması olacak. Bu buharlaşma atmosfer tarafından tutularak sera etkisi ile
yoğunluk artacak. Bu durum, bugünkü Venüs gezegenindeki şartlara benzeyecek.
Güneş'in morötesinde yayınladığı radyosyonu, atmosferde bulunan su moleküllerini
parçalayarak, hidrojenin uzaya kaçmasına neden olacak.
Halen Güneş'in koru çökmekte ve dış zarf genişlemektedir. Güneş
Hetzsprung-Russell (HR) diyagramında kırmızı dev kolunun en üst noktasına gelirken,
manzara şu şekildedir: Güneş çapını 0.5 A.B (1 A.B = 150.000.000 km) artırarak,
yüzey sıcaklığı 3500 oK olan gökyüzünde M spektrel tipinde bir dev
yıldız olarak parlayacaktır. Güneş'in bu M spektel tipinden dev haline Dünya'dan
bakıldığında bugünkü halinden 100 kat daha büyük görülecektir. Bu manzara Åekil
9'da gösterilmiştir.
Åekil 9. GüneÅŸin bugünkü boyutu ile Åekil 8'deki diyagramda kırmızı dev kolundaki hali olan evrimleÅŸmiÅŸ güneÅŸin karşılaÅŸtırılması.
Güneş kırmızı dev kolunun en üst kısmına geldiğinde,
Güneş'in koru 100 milyon oK e ulaşır. Ve korda hakim olan helyum bir anda
parlar. Bu olay helyum parlaması (flash) olarak adlandırılır. Güneş, bugünkü
parlaklığının 1000 katı kadar bir parlaklığa ulaşır.
Kordaki helyum parlamasıyla helyum düzenli bir şekilde yanmaz. Bu olayın neticesinde,
Güneş'in iç yapısında büyük ölçüde değişimler meydana gelir. Helyum parlaması
ile Güneş'in koru genişlemeye ve Güneş'in dış zarfı küçülmeye başlar. Helyum
parlaması Güneş'in iç yapısı ile ilgilidir. Bu olay gözlemlerle doğrudan
gözlenemez. Kor halen genişlemekte, dış zarf büzülmektedir. Güneş bu şekilde
yarıçapını küçültüp, yüzey sıcaklığını artırarak HR diyagramında
kırmızı dev koluna paralel bir şekilde inerek yığılma yeri olarak bilinen yere
gelir. Gökyüzünde bugün için gözlediğimiz birer K devi olan Aldebaran ve Arcturus
yıldızları HR diyagramının bu bölgesinde bulunur. Burada, belirli bir süre sonra
helyum düzenli bir şekilde yanmaya başlar. Güneş'in korunda helyumun yanması ile
hangi elementler meydana gelir?
Güneş'in korunda helyum, 100 milyon oK sıcaklığında yanarak karbon
elementine dönüşür. Bu aşama 3a reaksiyonları olarak
adlandırılır. Güneş'in korunda bulunan 3 tane helyum atomu birleşerek karbon atomunu
oluşturur. Zaman ile Güneş'in korunda karbon hakim olmaya başlar, helyum ise korun
dış tarflarına doÄŸru itilir. Bu manzara Åekil 10'da canlandırılmıştır. En içte
karbondan ibaret bir kor ve etrafında iki tane kabuk. İçteki kabukta helyum, dıştaki
kabukta ise hidrojen yanmaktadır. Güneş'in korunda karbon hakim olmaya başladıkça
nükleer reaksiyonlar çekim kuvvetini dengeleyemeyerek Güneş'in koru ve etrafındaki
tabakaları ile çökerken, dış tabakalarda bulunan helyum ve hidrojen çekim etkisiyle
yanmaya başlar. Çift kabukta bu şekilde yanmayla Güneş'in dış zarfları genişler
buna karşın Güneş'in korunda yeterli enerji üretilemediğinden Güneş'in koru
çöker.
Åekil 10. GüneÅŸ'in evriminin son aÅŸamalarında merkezde karbon ve korun etrafında çift kabuklu helyum ve hidrojenin yandığı durum.
Bu durumda GüneÅŸ, Åekil 8'de Hertzprung-Russell diyagramında
asimptotik dev kolu boyunca hareket ederek ışıma gücünü artırarak şekilde
görülen en üst noktaya gelir. Bu aşamada Güneş'in, Dünya'nın yörüngesine kadar
şişmesi bekleniyor. Dünya'nın yörüngesi, bu şişmiş zarfın içersine girdiğinde
gazlarla sürtünerek yörüngesel enerjisini kaybedecek ve iç tarafa doğru spiral
çizerek yutulacak. Isı, Mars gezegeninde ise bahar şartlarını başlatacak.
Asimptotik dev kolunda, Güneş parlamaya başladığı zaman zarfı kararsız kalır
ve puls (titreşim) yapmaya başlar. Bu aşamada Güneş artık gökyüzünde uzun
peryotlu değişken Mira tipi bir yıldızdır. Mira tipi değişken yıldızların
spektrumları incelendiğinde, bu tip yıldızların şiddetli pulsasyon (titreşim)
mekanizması ile şok dalgaları ürettikleri görülmüştür. Asimptotik dev kolunda,
Güneş, çok yüksek bir hızda kütle kaybeder. Burada Güneş'te üretilen şok
dalgaları, Güneş'in yüzeyinden gazı yıldızlararası ortama atar. Gazın bir kısmı
toz olarak isimlendirilen birbirlerine gevşek şekilde bağlanmış katı toz
zerrecikleri haline yoğunlaşır. Güneş'ten gelen radyasyon tozu iter. Toz da saniyede
onlarca kilometreye varan bir hız ile gazı sürükler. Sonuç olarak Güneş, yılda 10-5
güneş kütlesi gibi bir miktarı, rüzgar ile yıldızlararası ortama atar.
Dev kolu ile asimtotik dev kolu arasında Güneş, kütlesinin yarısını kaybeder.
Güneş'in kütle kaybetmesi, Dünyanın kurtuluşu olabilir. Güneş'in çekimi
azaldıkça, dünyanın yörüngesi yavaş bir şekilde büyür ve genişleyen Güneş
bize ulaşamayabilir. Asimtotik dev kolunda evrimleşen Güneş'in ışıma gücünün
çok büyük olması, Neptün gezegeninin ötesinde bulunan kuyruklu yıldızların
çoğunu eritebilir.
Güneş'in etrafındaki tabakalar Güneş'ten ayrıldıkça,
Güneş'in evrimi süresince oluşan helyum, nitrojen, karbon, ve başka elementler bu
kabukla yıldızlararası ortama atılır. Atılan bu elementler yıldızlararası gazın
büyük ölçekte zenginleşmesine yardımcı olur ve buralarda yeni yıldızlar
oluÅŸur.
Åekil 11. GüneÅŸ ve Dünya'nın akibeti. GüneÅŸ en sonunda bir beyaz cüceye dömnüşecek. Dünya ise soÄŸuk ve donuk bir gezegen olarak kalacak. Beyaz cücenin etrafında ise gezegenimsi bir bulutsu oluÅŸacak.
Güneş asimtotik dev kolunun en üst noktasına vardığında,
Güneş'in etrafında artık yaygın bir bulut vardır. Yaygın bulut zaman ile geçirgen
bir hale gelerek merkezde Güneş'in beyaz cüce olmuş koru ortaya çıkar. Dünya ise
beyaz cücenin etrafında Åekil 11'de görüldüğü gibi soÄŸuk ve ölmüş bir gezegen
olarak kalacaktır. Beyaz cücenin etrafındaki yaygın bulut gezegenimsi bulutsu olarak
adlandırılır. Böyle bir gezegenimsi bulutsuya örnek "Helix
Bulutsusu", Åekil 12'de gösterilmiÅŸtir. Gezegenimsi bulutsunun merkezindeki
beyaz cücenin, iç kısımda karbon-oksijen, bunun etrafında helyum yanan kabuk, onun
etrafında da hidrojen yanan kabuk bulunur.
Åekil 12. GüneÅŸ'in akibeti bugün gökyüzünde gözlediÄŸimiz Helix bulutsusu gibi bir gezegenimsi nebula ile sonuçlanıcak. FotoÄŸraf Anglo- Avustralya teleskobu ile alınmıştır.
Hidrojen yanan kabukta üretilen radyasyon, yaygın ve geçirgen
hale gelmiş buluta etkide bulunarak kuvvetli bir Güneş rüzgarı oluşturur. Hızlı
rüzgar, Güneş korunun etrafındaki yaygın bulutu sıkıştırarak, daha uzağa
sürükler. Bu esnada beyaz cücenin yüzey sıcaklığı 30.000 oK'e
ulaştığında, yeteri kadar ultraviyole ışığı üreterek etrafındaki bulutu
iyonlaştırır ve bulutsuyu parlatır. Bu bulut 50.000 yıl daha parlayarak gözden
kaybolacak. Peki beyaz cüceye ne olacak?
Güneş'in en son hali olan beyaz cüce, Dünya boyutlarında Güneş'in kütlesinin
yarısına sahip olan böyle bir yapı, santimetre kübünde binlerce tonluk bir
yoğunluğa sahiptir. Zaman ile bu beyaz cüce, soğuyarak iyice gözden kaybolacaktır.
Fakat bu soğuma, milyarlarca yıl sürecektir. Ve beyaz cücenin en son hali siyah cüce
olacak ve çevresine çok az bir ışınım verecektir.
Uzayda Yaşam var mı?
İnsanoğlu Güneş ve Dünya'nın akibetini öngörmüş olsa gerek, milattan önceki
yüzyıllarda, şair ve filiozof Lucretius, Evrenin başka kısımlarında başka
dünyalarda farklı hayvan ve insan ırklarının olması gerektiğini vurgulamıştır.
1600'lü yıllarda Giordona Bruno'nun yakılarak öldürülmesinde,
Evrende sayısız dünyaların bulunması olasılığı üzerinde yazılar yazmasının
etkisi olmuş olabilir. 19. yüzyılda Güneş sistemindeki diğer gezegenlerde, canlı
yaratıkların barınabileceğine dair yaygın inanışlar belirmeye başladı. Büyük
matematikçi Gauss 1820 yılında, Dünya üzerindeki zeki uygarlık olarak bizler dünya
üzerinde dev boyutta geometrik şekiller oluşturursak, bizim dışımızdaki
uygarlıklar bu şekilleri görüp varlığımızdan haberdar olurlar şeklinde bir teklif
ortaya atmıştır. Gauss'un düşüncesi, Sibiryada buğdaydan ibaret dev bir üçgen
oluştumak ve bu üçgenin etrafına birer çam dikmek şeklinde idi. Bu da Dünya'daki
insanoğlunun Pisagor teoremini anlayabilecek kadar zeki olduğunu gösterecekti. Fakat
Gauss'un bu projesi desteklenmedi.
Mars gezegeni ile ilgili ilk resimler elde edildiÄŸinde, astronomlar resimlerde
görülen Mars yüzeyindeki kanalların bu kırmızı gezegende yaşayan ileri uygarlık
tarafından yapılabileceği üzerinde durdular. Daha sonra ayrıntılı gözlemlerin elde
edilmesiyle, bu kanalların optik yanılgılar olduğu ortaya çıktı. Buna rağmen uzun
bir süre Mars gezegeninde zeki bir uygarlığın bulunduğuna dair bir düşünce halkın
kafasında çok güçlü bir etki yarattı. Aletler ve uzay teknolojisi geliştikçe, Mars
üzerindeki şartların bizim için uygun olmadığı görüldü.
1976 yılında iki Viking uydusu, Mars gezegeninin yüzeyine gelişmiş iki tane sonda
indirdi. Bu çalışmalar ile, bilim kurgucuların üzerinde durdukları Merihliler'e ait
bir iz bulamadılar. Son 30 yıl içersinde uzaya gönderilen uydular ile Güneş
sistemimiz araştırıldı ve Güneş'in etrafında dolanan gezegenler ile bunların
uyduları üzerinde yaşam biçimlerinin gelişmesine uygun ortamların bulunmadığı
gösterildi.
1972 ve 1973 yıllarında NASA, dış Güneş sistemini araştırmak
için Pioneer 10 ve Pioneer 11 adlı iki uyduyu uzaya fırlattı. Pioneer 10 güneş
sistemini terkedip, yıldızlararası uzaya doğru yolculuğuna devam edecek ilk insan
yapımı bir uydudur. Pioneer 10'un içersine üzerine insan şekilleri yerleştirilmiş
altın elementinden yapılmış bir levha monte edildi. Pioneer 10 uzay aracı, 1983'te
Güneş sistemini terk edip yıldızlara doğru yolculuğuna başladı. Böylelikle,
Evrende akıllı uygarlıklar bu uyduyu tespit edecekler ve bizimle iletişim
kurabileceklerdir.
1977 yılında yine bu amaçla, Voyager adlı iki uzay uydusu daha fırlatıldı. Uydunun
içersine ses ve görüntü kayıtları ile bu kayıtları çalabilmek ve
görüntüleyebilmek için ise seramik bir pikap ve iğnesi yerleştirildi. Kayıtlar ile
pikap iğnesi bir alüminyum kutu içersine yerleştirilerek korundu. Kayıt 116
görüntü içermektedir. Bu kayıtlara yeryüzünde konuşulan 55 lisanda merhaba
ifadesinin yanı sıra Dünya'daki pek çok kültür ve müzik parçaları, Taj Mahal,
Çin seddi gibi şahaserler de dahil edilmiştir.
Güneş'e en yakın yıldız bize o kadar uzaktır ki, bu yıldızın ışığı bize 4
ışık yılı gibi bir sürede gelir. Bu kadar büyük uzaklıklarda, yıldızların
etrafındaki herhangi bir gezegenin gözlenmesi zordur. Yıldızın etrafında gezegen
olsa bile, yıldızın ışığı gezegenden yansıyan ışığın görülmesine engel
olur. Bu nedenden dolayı, gezegenlerin orada olduğuna dair doğrudan bir gözlemsel
delil elde edemeyiz.Son yıllarda, yıldızların etrafında gezegenlerin varlığına
dair dolaylı bir çok gözlem yapılmıştır. Bizden 50 ışık yılı uzakta Pictor
takımyıldızında, genç A spektrel tipinden bir yıldızın etrafında toz ve katı
partiküllerinden ibaret bir disk bulunmuştur. Güneş sistemimizin de böyle bir disk
yapıdan oluştuğuna inanılmaktadır. Bu yıldızın etrafındaki bu disk yapı, bir
süre sonra gezegenlere dönüşebilir. 1600 ışık yılı uzaklıktaki PSR 1257+12 adlı
pulsarın etrafında en az 3 gezegenin dolandığına dair dolaylı yollardan elde edilen
gözlem var.
Åekil 13. Etrafında gezegen bulunduÄŸu düşünülen 51 Pegasi yıldızı.
1995 yılı içersinde, astronomlar bizden 40 ışık yılı
uzaklıktaki G2 spektrel tipinden 51 Pegasi yıldızının (Åekil 13) radyal hız
değişimlerine, bu yıldızın etrafında dolanan bir gezegenin etkide bulunduğunu
çıkardılar. Bu gezegenin kütlesinin, Dünya'nın kütlesinin en az 150 katı kadar
olacağını gösterdiler. Åekil 14'den da görüldüğü gibi Evrende, etrafında
gezegen bulunan 3 tane yıldız bulunmaktadır. Bu umut verici gözlemler ile astronomlar
yıldızların etrafında önemli sayıda gezegenlerin bulunacağı konusunda hala
iyimserdirler.
Åekil 14. Etrafında gezegen bulunan yıldız sistemlerinin karşılaÅŸtırılması.
Kendi Güneş sistemimizdeki Dünya dışındaki gezegenlerden biliyoruz ki, sadece bir gezegenin varlığı bile üzerinde canlı organizmaların oluşacağı anlamına gelmez. Dünya dışında yaşamın varlığı konusunda araştırma yapmak için insanoğlunun önünde iki olasılık durmaktadır. Birinci olasılık, yıldızlararası yolculuk, diğeri ise uzaya radyo veya televizyon mesajları gönderip almak. Yıldızlar bizden çok uzakta. sistemimizdeki dış gezegenleri araştırmış olan Voyager uzay uydusu sonunda Güneş sistemimizden ayrılacak ve yıldızlararasında yoluna devam edecek. Projedeki bilim adamları, Voyager'in 100.000 yılda en yakın yıldıza ulaşabileceğini hesaplamışlar. En yakın yıldızın etrafında da yaşamın olup olmadığını kimse bilmiyor. En yakın yıldıza Voyager uzay uydusundan daha çabuk varılabilir mi? NASA'da Dünya dışı yaşamı araştırma programı SETI'nin başkanı, Bernard Oliver, 10 ışık yılı uzakta bir yıldıza yolculuğun mükemmel olarak hazırlanmış bir uzay gemisi ile enerji tüketmeden ancak 20 yılda gidilebileceğini söylüyor. Bu türden bir yolculuk için gereken enerji, Dünya'nın 500.000 yıllık toplam enerji tüketimine karşılık gelmektedir. Bu iş de bir süreliğine zor görünmektedir.
O zaman en iyi çözüm, Dünya üzerindeki aletlerle uzaya bir mesaj gönderip
almaktır. Yıldızlararası uzaklıklarda en etkin haberleşme ortamı radyo
dalgalarıdır. Bizim yada başka uygarlığın gönderebileceği farklı türden
dalgaboyları arasında mikrodalgalar olarak da isimlendirilen radyo dalgaları bir takım
mesajları taşımada en etkin dalgalardır. Bu dalgaboyları uzay ile dünya atmosferinin
haberleşmede en az etkilendiği geniş bir kanaldır. Bununla birlikte, uzayda ileri
teknolojiye sahip uygarlıklar olsa ve en etkin dalgaboylarını kullansalar bile,
yıldızlararası iletişimi kurmadan önce çözülecek pek çok problemler vardır. Bu
alanda çalışan bilimadamları radyo sinyalleri ile başka uygarlıkları
araştırmanın, kocaman bir saman yığınında bir iğneyi aramaya benzetmektedirler.
Åekil 15'den de görüldüğü gibi 1 ila 10 gigahertz arasındaki radyo sinyalleri
yıldızlararası iletişimde en iyi bölgedir. Kozmik uzaklıklarda, iletişim
kurulacaksa seçilecek kanal mümkün olduğu kadar gürültüden bağımsız olmalı. Bu
nedenden spektrumunun radyo bölgesi en etkin yerdir.
Åekil 15. Elektromanyetik spektrum ile bu spektrumun radyo bölgesinin dünya atmosferindeki U ÅŸekilli geçirgenliÄŸi görülmektedir. Radyo mesajları bu bölgeden gönderilmektedir.
Küçük frekanslarda, Dünya'nın iyonosferi radyo dalgalarını
uzaya geri yansıtır. Yüksek frekanslarda su buharı ve oksijen gibi moleküller uzaydan
mikro dalgaları absorblar (yutarlar) ve atmosferimiz böyle radyasyonu geçirmez. Dünya
atmosferinin etkisi, Åekil 15'de girintili çıkıntılı eÄŸri olarak gösterilmiÅŸtir.
Åekil 15'in merkezine doÄŸru U biçimindeki bölge ile SETI programındaki bilim
adamları, çok ilgilenmektedir. Bu bölgede hem galaksimiz hemde atmosferimiz
gürültüsüzdür. Bu bölge, mesajları gönderme ve araştırma için en uygun
bölgedir. Gürültünün en düşük olduğu bölgede, soğuk nötral hidrojenin
yayınlandığı ve radyosyonu absorbladığı özel radyo frekansı olan 1.420 gigahertz
(21cm) frekans, Evrende en yaygın olan hidrojenin frekansıdır. Bu frekansın Evrende
diğer uygarlıklar tarafından da kolaylıkla tespit edilebileceği düşünülmektedir.
Åekilde Hidrojen çizgisinin yanında OH çizgisi de gösterilmiÅŸtir. Bu çizginin
dalgaboyu 18cm (yani 1.665 gigahertz) dir. Bilimadamları H ve OH elementlerinin
birleşerek su oluşturabileceğini ortaya çıkarmışlardır. Bu da, Dünya'da yaşam
için gerekli bir maddedir. H ve OH çizgisi arasındaki bu bölge su deliği olarak
adlandırılır.
1960'lı yıllarda SETI projesinde çalışmış olan Frank Drake, Galaksimiz
içersinde bizimle haberleşme kurabilecek ileri uygarlıkların sayısını şu şekilde
ifade etmiÅŸtir.
N = R x Fp x Ne x FL x Fi x Fc x L
R : Galaksimiz'de yıldızların sayısı.
Fp : Bir gezegen sistemine sahip bu yıldızların oranı.
Ne : Yaşam için ekolojik olarak uygun olan gezegenlerin sayısı.
FL : Yaşamın moleküler bileşiklerden itibaren meydana geldiği gezegenlerin sayısı.
Fi : Zeki yaşam biçimlerinin (uygarlıkların) evrimleştiği gezegenlerin
sayısı.
Fc : Yıldızlararası haberleşmeyi yapabilen ileri uygarlıkların oranı.
L : Haberleşme sistemine sahip ileri uygarlığın ortalama ömrü.
Galaksimiz'de 400 milyar yıldız'ın bulunduğu tahmin edilmektedir. Bu yıldızlardan
çok azı büyük kütleli ve kısa ömürlü yıldızlardır. Bu yıldızların büyük
çoğunluğu, Güneş benzeri yıldızlar olup yaklaşık 10 milyar yıl kadar ışınım
yapabileceklerdir.
Drake tarafından yukarıda ifade edilen bağıntıdaki parametreler için şöyle bir
yaklaşımda bulunarak, Galaksimizde bizimle haberleşme kurabilecek ileri bir
uygarlığın bulunma olasılığını hesaplamaya çalışalım:
Etrafında gezegen sistemlerine sahip olan yıldızların sayısını (Fp), 1/3 olarak
alırsak, Galaksimiz'de yıldızların etrafında bulunması gereken toplam gezegen
sayısı, R x Fp = 130 milyar olur. Eğer her yıldızın etrafında 10 gezegen
bulunacağı kabul edilseydi o zaman bu sayı daha da artardı.
Evren'de yıldızların etrafında yaşam için uygun olabilecek bazı gezegenler vardır.
Bu düşünceden hareket edilip, Ne = 2 olarak seçilirse, Galaksimiz'de yaşam için
uygun olan gezegenlerin sayısı
R x Fp x Ne = 3x1011 (300 milyar ) olmalıdır.
FL = 1/3 olarak kabul edilirse, Galaksimizde yaşam şartlarının bulunduğu gezegen
sayısı R x Fp x Ne x FL = 1x 1011 (100 milyar) olur.
Fi, Fc oranlarının seçimleri çok zordur. Bu seçim, Evrende hem çok zeki
uygarlıkların bulunmasını hem de bu zeki uygarlığın haberleşme sistemlerine sahip
olmasını gerektirmektedir. Yaşamın oluştuğu gezegenlerin sadece %1'inin teknolojik
bir uygarlığa sahip olabileceği düşünülüp, Fi x Fc = 1/100 alınırsa, teknik
olarak ileri uygarlıklara sahip gezegenlerin sayısı,
R x Fp x Ne x FL x Fi x Fc = 1x109 (1 milyar) olur.
Teknolojik olarak ileri haberleşme ağına sahip bir uygarlığın ayakta kalması yani
bir şekilde kendilerini yok etmemesi düşünülüp, L = 1/100 kabul edilirse ,
N = R x Fp x Ne x FL x Fi x Fc x L = 107 (10
milyon) hesap edilir. Bir başka ifadeyle, Galaksimiz'de bugüne kadar ayakta kalabilmiş
uygarlıkların sayısı 10 milyon tanedir.
Bu on milyon tane uygarlığa ulaşabilme düşüncesiyle, 1974 yılında Porto
Rico'daki Arecibo Radyo Teleskobu'ndan 25.000 ışık yılı uzaklıkta Herkül takım
yıldızındaki M13 küresel kümesi doğrultusunda uzaya 2.38 gigahertz frekansında bir
radyo mesajı gönderildi. Gönderilen mesaj, kendi uygarlığımız boyunca uzaya
gönderilen en güçlü bir radyo sinyali olup, gücü 3 trilyon watt değerindeydi.
Gönderilen radyo mesajı, bizden 25.000 ışık yılı uzaklığındaki M13 kümesi
doğrultusunda şayet yıldızların etrafında haberleşme yeteneğini geliştirmiş
ileri uygarlıklar varsa, zamanımızdan 25.000 yıl sonra bu radyo mesajını tespit
edebilecekler. Bu mesajı alacak olan uygarlık veya uygarlıklar, o an için Güneş'i
Galaksimiz'deki en parlak radyo kaynağı olarak görmüş olacaklar. Bu mesaj, 0 ve 1
rakamlarından ibaret olan ikili kod şeklinde tasarlanmıştır. Gönderilen bu mesaj, 23
sütun ve 73 satırdan oluşan 1679 karakterden ibaret bir bilgi paketi olarak 169
saniyede gönderildi. Åekil 16'da da gösterilen bu mesajın anlamını ÅŸu ÅŸekilde
açıklayabiliriz:
En üstteki satır, 1 ila 10 arasındaki rakamların ikili sistemdeki kodlarını
gösterir. Sonraki satır; 1, 6, 7, 8 ve 15 numaralı sayıları içerir. Bu sayılar,
Dünya'da yaşamın var olması için gerekli olan temel elementlerin atom numaralarını
(proton sayılarını) gösterir. Söz konusu atomlar, sırasıyla hidrojen, karbon,
nitrojen, oksijen ve potasyumdur. Bundan sonraki dört satır, bu atomların
oluşturdukları farklı molekül yapılarını gösterir. Bunlar da, DNA molekülünü
oluşturan şekerler, fosfatlar gibi temel yapı taşlarıdır. Yuvarlak spiral şekil,
DNA'nın yapısını göstermektedir. Bu DNA'nın ortasında yer alan yapı ise,
yaklaşık 4 milyon tane DNA'dan ibaret tek bir insan kromozomunu simgelemektedir. Bu
yapının hemen altında insan figürü görülmektedir. Bu insan figürünün sol
tarafında, Dünya'da yaşayan insan sayısı, sağ tarafta ise gönderilen radyo
mesajının dalgaboyu uzunluğu yer almaktadır. Bundan sonraki satırda, Güneş
sisteminin şematik bir durumu görülmekte, Güneş'ten sonraki yukarı doğru
yönlenmiş üçüncü gezegenin Dünya olduğu ve bu gezgenden radyo mesajının
gönderildiÄŸi vurgulanmaktadır. Åekil 16'ın en altında, bir noktaya odaklanmış
radyo teleskobun bir gösterimi ve bunun altında ise radyo teleskobun çapını gösteren
sayısal bir ifade yer almaktadır.
Åekil 16. Arecibo radyo teleskonundan 2.38 Gigahertz frekansında gönderilen radyo mesajının 1 ve 0 lardan oluÅŸan ikili sistemdeki kodlanışı.
Gerçekten de, uzayda bizden başka uygarlıklar var mı? Drake bağıntısından elde
edilen olasılık hesabına göre en azından 10 milyon tane uygarlığın olabileceği
ifade edilmektedir. Durum böyle ise, bu canlıların şekli şimali nasıl bize mi
benziyorlar, yoksa Steven Spielberg'in E.T filmindeki bir yaratık şeklinde midirler?
Bilemiyoruz! Åu bir gerçek ki, insanoÄŸlu bilinemeyen ve ulaşılamayan ÅŸeyleri,
kafasında sorgulamakta onları bilgisayarlarda simülasyon (görüntüleme) teknikleri
içersinde işleyerek, değiştirip dönüşüme uğratmakta bitmez tükenmez bir çaba
içersindedir.
Ya UFO (Tanımlanamayan uçan cisimler) lara ne demeli. Acaba Drake
bağıntısından çıkan olasılık hesabının sonucuna göre bu uygarlıklar ışık
hızını kat kat aşarak bize kadar ulaştılar mı? Dünya'da UFO gördüklerini ifade
eden insanlar var. UFO konusunda epeyce söylence halen oluşmakta . Fakat yukarıdaki
yazımızda da gösterdiğimiz gibi, Dünya'da pek çok amaçlı optik, kızılötesi,
morötesi, radyo teleskoplar ile Hubble uzay teleskobunun yanısıra Dünya'nın
etrafındaki pek çok amaçlı uydular uzayı bilimsel olarak taramaktadır. Bugüne kadar
da UFO olayını doğrulayacak bir gözlemsel delil bu teleskoplarca tespit
edilememiştir. Eğer bunlar bize kadar ulaşmış iseler, ileri bir teknolojiye sahip
olduklarını bu da bunların akıllı olduklarını gösterir. Bu sebepten de bizimle
görüşmeleri gerekir. Fakat böyle bir görüşme de yok. O zaman UFO olayı tamamiyle
söylenceden ibaret. Bu bağlamda Pioneer 10, Güneş sistemini terk etmiş olup
yıldızlara doğru yolculuğuna devam etmekte ve başka uygarlıklar tarafından tespit
edilmeyi bekleyen biz dünyalıların gerçek bir UFO'su dur.